Neler Neler Değişti…

En son üç sene olmuş yazalı buraya. Neler değişti diye sorarsak ne aynı kaldı ki ? 3 sene en son yazdığım yazıda her şey normal bir şekilde hayat devam ediyordu işte güzeldi, güzelmiş. O kadar uzun süredir aklımda ki aslında yazmak ne vakit buldum oturmaya ne de bulduğum vakitte yazmayı düşünebildim. Değişik zamanlardan geçiyoruz işte bir bir anlatayım…

Müzik https://www.youtube.com/watch?v=Vn8phH0k5HI

Geçen tüm zamanın ardından ben formasyon aldım. Alırken sınavlara girdim dünyayı dolaşmak hedefimin ardında kabin memuru olmak fikri çok uzun zamandır duruyordu. 3. denememde şans bana güldü. 2018 Mayıs ayında anaokulunda ingilizce öğretmenliği yaptığım sırada aldığım bu haberle çok şey değişti. Özet geçeceğim, en sevdiğim şehri hayallerim uğruna bırakıp İstanbul’a yerleşmek zorundaydım. Herkesi her şeyi geride bırakmak zorunda kaldım. Gökhan ise hep yanımda olduğunu yine hissettirdi bana 21.07.2018 tarihinde nişanlandık 🙂 En güzel gelişmelerden birisi de bu oldu. Yaptığımız planlar dahilinde 2 sene sonrasında evlenme sözü vermiş olduk böylece birbirimize…

15.06.2018
Evlilik teklifi ise inanılmaz olaylı bir gündü onu bir ara bizden yüz yüze dinlersiniz :D

Bu karelerin ardından 2018 Ağustos’ta yeni işime başladım. Dünya’yı gezme fikrimle geldiğim bu yolda iyi ki adım atmışım diyorum kendime. Şimdilik 18 ülke gördüm. Şehir saymadım ama artık bir haritam var her gittiğim yeri üzerinde işaretliyorum. Dünyada görülecek ne kadar çok şey varmış ve biz aslında ne kadar da sınırlı çizgiler içinde yaşıyormuşuz. En çok da bunu görmek ve keşfetmek mutlu ediyor beni. Hele de bir gün Gökhan’la gezeceğimiz tüm o yerleri düşünerek daha da mutlu oluyorum.

İstanbul’da yaşam zor ama hayallerin peşinden gitmek güzel. 2 sene uzaktan ilişki zor ama işin içinde Gökhan olunca her şey kolaylaşıyor sanki. Bu süreçte askerlik 18 gün oldu Gökhan askere gitti geldi. İstanbul’da olması en güzel avantajdı tabi… Şimdi düğün tarihi de alındı nikah tarihi de. Temmuz ayını bekliyoruz. Ha beklerken ne mi oldu bu sırada…

CORONA – COVID 19

Tüm dünyayı etkisi altına alan Çin’den dünyaya yayılan ölümcül bir virüs. Herkes evlerine kapandı, çoğu iş yeri kapatıldı, okullar tatil edildi, uçuşlar iptal edildi bir ay boyunca şimdilik, 20-60 yaş sınırları olarak belirlendi ve evden çıkma yasağı geldi, karantina başladı, maske eldiven zorunlu hale geldi. Bunlar Türkiye’de olanlar tabi. Bazı dünya ülkelerinde tamamen sokağa çıkma ilan edildi. Dünyada ölüm sayısı bir buçuk milyon kişiyi geçti. Tüm bunlar olurken biz de iki ayrı şehirde evlerimizde bekliyoruz herkes gibi… Ne zamana kadar sürecek bir bilinmezlik ile hayat evde devam ediyor şimdilik. Belki nikah belki düğün ertelenecek, sadece biz değil dünyada bir çok insan bununla farklı şekillerde mücadele edecek bir süre…

Ben bu yazıyı neden yazdım asıl konu o. Tüm bunlar olurken yarın ne olacağını bilmezken herkes sevdiklerine daha sıkı sarılsın diye işte. Çünkü onların olmadığı yerde herkes yalnız, umutsuz ve mutsuz. Her şey değişebilir, ertelenebilir veya sonunda ölüm olabilir. Kaybetmeyin işte! Ailenizi, çocuklarınızı, arkadaşlarınızı, sevgilinizi ve sevdiklerinizi.

Tüm bunlar olup biterken unutmayın ki günler gelip geçiyor ve biz Gökhan’la 4. senemizi dolduruyoruz bugün. Nereye gittiğini bilmediğimiz bu dünyada gördüğüm tek şey sevgiyken bir şekilde her şeye sabır etmek ve beklemek mümkün.

Kendime ve sana asıl not:

İyi ki benimlesin, seninle olduğum her an her gün yeni bir başlangıç benim için. Yanında değil ama kalbindeyim, seni çok seviyorum. Kutlu olsun 4. senemiz sevdiğim…

Bazı Şeyler Tesadüf Değil. 

Yaşadığım en güzel anılardan birisini daha paylaşmak istedim sizlerle.

Müziksiz olmaz. 

Karşımıza çıkacak olan şeyleri hiç bir zaman bilemeyiz, her ne kadar yoğun tempoda, yorgun, monoton bir yaşamda olsak da, yaşamın en güzel taraflarını görmek bizim elimizde diye düşünüyorum bazen. Şimdi o güzel anlardan birisi ile yeniden sizlerleyim. Hayatı güzel kılan şeyler daima etrafınızdadır önemli olan görmeyi bilmektir diye düşünüyorum…

Günlerden 4 Haziran, uzun zamandır ingilizce dersi verdiğim 83 yaşındaki Fevzi Amca, Çiçekliköy’deki bahçesine kiraz toplamaya çağırdı bizi. Kirazlar olunca hemen toplanmalıymış, çok sıcak gelirse çatlar, yağmur vurursa da zarar verir dağılırmış. Zamanımız kısıtlı olsa da yol arkadaşım, hem de hayat arkadaşım Gökhanla çıktık yola. Karnımız da epey bir acıkmıştı, Evka 3 Metrodan kalkacak dolmuşla gidecektik Çiçekliköye. Saat 13.10 sularıydı ki dolmuş 14.00’de kalkacağını söyledi. Hava kapatmıştı üstüne de bir saat aç karna beklemek istemedik. Manisa yolu üzerinde bulunan köye otostopla gitmeye karar verdik. Hem zaten yol yakındı hem de Gökhanla beraber ilk otostop yolculuğumuzu yapmış olacaktık böylece. Çıktık ve ellerimizi kaldırdık henüz iki dakika geçmemişti ki bir araba durdu. Koştuk arkasından, camdan Çiçekliköy’e gideceğiz dedik. Biz de bilmiyoruz ama söylersiniz gelin çocuklar dediler arabaya bindik. İkisi de orta yaşlı insanlardı. Şöför bey döndü hoşgeldiniz çocuklar, ben Atilla dedi.  Beyaz saçlı hafif kel, sakallı şirin bir amcaydı.  Öğrendik ki İstanbul’da yaşıyorlarmış  İzmir’de ufak bir işleri olduğu için gelmişler. Atilla abi şöyle diyor  ”Ya çocuklar sormayın Necla nereye sür derse oraya gidiyoruz aslen ben Artvinliyim, Necla da Adanalı. Sür diyor sürüyoruz hadi diyor çıkıyoruz, yollara düşüyoruz. Ben emekli maden mühendisiyim. Dünya gezerken, keşfederek güzel, biz de gençken sizin gibiydik yalnız borcunuz da yüz TL oldu” diyor ehe!

Hem şaşkın hem eğlenceli bir yolcuğa çıktığımızı anlıyoruz o an. Yolumuz devam ederken yağmur başlıyor. Hadi diyor Atilla Abi sizi gideceğiniz yere kadar bırakayım yağmur başladı. Zahmet etmeyin biz yürürüz desek de itiraz ettirmeden Çiçekliköy – Yakaköy sapağına giriyoruz. Necla Teyze etrafı bir hayli beğeniyor. Yol üzerinde bir sürü kahvaltı salonu var, ağaçlık, yeşillik, çiftlikler hoşlarına gidiyor hadi beraber çay içelim diyorlar. Yok diyoruz zahmet ettiniz zaten bu yola kadar, olmaz diyorlar biz sizi bırakmayız şimdi hem zaten yağmur yağıyor. Ula diyor Atilla Abi karnım da acıktı. Yolun devamında gördüğü bir restoranta sapıyor. Park ediyoruz arabayı, oturup çay söylüyoruz olmaz diyor ben sizi beraber yemek yemeden bırakmam. Yok diyoruz ama böyle olmaz. Size ödetirim ula diyor, gülüyor yemek söylüyor bize. Karnımızı doyuruyor bir de hoş sohbetleri eşliğinde bize güzel anılarından söz ediyorlar. İnsanları sevmek, onları böyle mutlu etmek, bir şeyleri paylaşmak bizim için en güzel şey diyor Atilla Abi. Daha önce de bizim gibi otostop çeken insanları, öğrencileri almış arabalarına yollarına götürmüşler, kimi zaman çay kahve içmiş yemek yemişler. Yola çıkma vakitleri geldi yolcu yolunda gerek diyerek ayrıldılar yanımızdan. İstanbul’a doğru devam ettiler yollarına…

O gün bize söyledikleri çok şey vardı belki ama öğrettikleri paha biçilemezdi. O gün anladım ki dünyada hala hayvanları çok seven, insanlara değer veren, karınlarını doyuran, sevgiyi ve mutluluğu paylaşan güzel insanlar var ve bunu sadece içlerinden geldiği için yapıyorlar bize söyledikleri şu cümle ise beni en çok mutlu eden şey oldu o gün.

” Şu yüzünüzdeki mutluluk var ya onu görmek bizim için her şeyden önemli işte çocuklar, bi çay biraz sohbet en güzeli de sizin gibi insanları tanımak…

Ne kadardır tanıyorsunuz birbirinizi?

-13 sene oldu dedik, kısaca hikayemizden söz edip,

13 mü? Hep böyle mutlu kalın çocuklar çok güzelsiniz, şu güzel gülümsemeniz mutluluğunuz hiç bitmesin bunun için çabalayın hep! Bizi de hiç unutmayın ha! ”

Güzel olan bu cümlenin yanında düşündüğüm şeydi belki. Biz de Gökhanla ilerde böyle olmayı istiyorduk çünkü. İnsanlara kıymet vermekten vazgeçmedik ne olursa olsun, iyi insanlar tanıyıp onlara yardımcı olmak ve mutluluklarını görmek her zaman bizim için de paha biçilemez olacaktı.

Hayat tesadüfler ile doluydu evet. Gökhan karnım çok aç dediğinde karnımızı doyuracak insanlar çıktı karşımıza, yüzümüzü gülümsetmeyi başardılar o gün çokça mutlu olduk biz de onları tanıdığımıza.

   Pino Restorant – Yakaköy/İzmir

83 Yaşındaki Fevzi Amca ve Kiraz Bahçesi Yakaköy / İzmir 

Benim için en güzel şey ise bunları yanımda daima aşık olacağım insanla yaşamaktı. Gökhan, benim bir ömrü paylaşacağım ve her günümü böyle güzel anılarla geçireceğim insandı. Her an yanımda olacağını biliyordum, benim de onunla olacağım gibi. 14.ayımız bitiyordu ben bu cümleleri yazarken bugün ve ona hala ilk gün aşık olduğum gözlerle bakmaya devam ediyordum. İyi ki benimlesin en güzel anım, en güzel anılarım seni ve güzel kalbini çok seviyorum. Nice 14. Aylarımız olsun. ❤️

 

10 

Önce müzik

Zaman geçiyor insanlar değişiyor hayatlar kayıp gidiyordu saatlerde, dakikalarda…

Uzun zaman oldu yazmayalı çünkü artık o daha önce bahsettiğim insanlardan olmuştum ben de. Her sabah işine giden harıl harıl çalışıp eve dönmeyi bekleyen tatili özleyen, bazen yemek yemeyi unutan iş stresi dolu bir halde yaşamı sürdüren işte.

Ancak bir şey vardı beni her anımda mutlu eden. Varlığı 10 ay, sevgisi ise yıllanmış şarap gibi. Zaman geçtikçe güzelleşen, içimi her an ısıtan tek şey. Gökhan’dı tabiki…

Biraz bahsedeyim de kıskanın 😛

Sizi her gün iş çıkış saatinizde gelip alan, kış ortasında sobanız olmayan iş yerinizde elinde sobayla beliren, en stresli günlerimde elinde en sevdiğim tatlı ‘BOMBA’ ile yüzümü gülümseten. Stresli her anımda beni sakinleştiren, bazen sadece yolumda bana eşlik etmek için 1 saat yol tepen ve hayatımda beni bu denli mutlu eden tek kişi o.

Düşünüyorum da insan kaç kez karşılaşır ki hayalleri ile ? Bilmiyorum, bazen çok düşünüyorum ne yaptım ki hak etmek için onu ? 10 ay oldu beraberliğimiz. 5. ayda yazdığım yazıyı hatırlayın… İşte hala aynı bu çocuk biliyor musunuz? Bana bakışları değişmedi, gülümsemesi değişmedi, beni hep gülüşlerimden öptü, bazen tutam tutam saçlarımı öpüyor. Evet ayaklarım hala basmıyor yere, basmayacak da o ömrümde olduğu sürece. Kim bulur bilmiyorum böyle dünyada böyle sevgiyi belki de herkes böyle ben abartıyorum? yo yo tabiki değil. Kimse olamaz çünkü böyle. Kalbimi yerinden oynatabiliyor çünkü hala. Az önce oturdum ben okudum o yazımı. Yine gözlerim doldu o anlara gidip, o çocukları düşündüm ne yapıyorlardı acaba şimdi. Emindim ama hala mutlu olduklarına, çünkü o mutluluk tohumu ekilmişti gönüllerine o gün. Bizle beraber yaşlanacaklardı. İsimlerini bile bilmediğim çocuklar…

Hayat tesadüflerden mi oluşuyor, yoksa mucizelerden mi bilmiyorum. Benim hayatımdaki en güzel tesadüf 12 sene önce Gökhan’la tanışmak ve seneler sonra onu yeniden bulmaktı. Mucize ise bunca zaman sonra beni bu denli mutlu edebilmesiydi işte.  İyi ki varsın ömrümü geçireceğim adam. İyi ki benimlesin, nice 10 aylara…

Zaman Makinesi

Oturmuş düşünüyordum, bir zaman makinem olsa neler yapardım diye.

Evet en değerli şey zamandı bu hayatta hatta yaşam zamandan ibaretti. Bir döngü içinde gidiyorduk her geçen gün farkına varmadan. Kimi zaman Doctor Who geliyor aklıma yüzyıllarca yaşayıp tarihi değiştiriyordu veya yaşanması gereken hale getiriyordu zamanı belki de. Ben ne yapardım acaba bir zaman makinesi icat etmiş olsaydım? Geçmişi değiştirmeye mi çalışırdım geleceğe mi giderdim?

Sanırım önce tarihte yaşamış olan bütün liderleri ve öğreticileri incelemeye giderdim. Her birisiyle biraz zaman geçirir dinlerdim öğütlerini, neler yapmak istiyorlar ve kafalarında neler var hepsini öğrenirdim. Bilmiyorum değiştirmeye çalışır mıydım tarihi ? Mesela Hitler’e engel olmaya çalışırsam daha büyük sorunlar patlar mıydı sonrasında? Olasılıklar üzerine değiştirip sonrasını görüp sonra yine değiştirirdim belki. Tabi ben tüm bunları yapınca dünya ütopik bir yer haline dönüşürdü. Ancak beklentisiz veya mükemmel olan bir yerde yaşayabilir miydi insan? İşte orası tam bir muallak! Sanırım insan doğası gereği beklentiler üzerine yaşamakta olan bir varlık. Hadi diyelim tüm isteklerimiz oldu ve hayat mükemmel, o zaman da sıkıcı olmaz mıydı? Emin olamıyorum bu kısımdan işte. Belki de o kadar derini göremediğimden dolayı…  Tabi burada mükemmeli de sorgulamak lazım ya da ‘insan daha fazla ne isteyebilir‘ kısmını da. Doğduk büyüdük diyelim her istediğimiz elimizin altında her gitmek istediğimiz yere ulaşma imkanımız ışık hızı, hadi aşık olduğumuz eşlerimiz ve ailemiz de var. İş lazım olsa ne için çalışıyoruz? Hadi diyelim iş de yok her şeye sahibiz çünkü. Herhalde olay Antik Yunan Filozoflarına dönmeye başlardı. Can sıkıntısından oturup düşünmeye mi başlardık? Belki biraz da biz Tanrı uydururduk onlara kurban verirdik şaraplar eşliğinde… Tabi din kavramı işin içine girince ütopya filan kalmadı ortada neyse ben bu kısma hiç girmeyeyim. Zaman makinesi hem iyi, hem de kötü bir fikir oldu sanırım ona da kurallar koymak lazım yoksa her şeyi değiştirirdik. Tabi dünyadaki kötülük oranını da göze almak lazım. Kötüler de istedikleri kötü dünyayı elde etme hakkına sahip olurdu, onların dünyasında nasıl canlılar olarak yaşardık sahi? Bilemedim. Neyse benim beynim yanmaya başladı. En iyisi beklentileri az tutmak, güzel hayaller kurmak ve iyi dilekler, iyi insanlar içinde yaşamak. Duygular bu dünyayı en güzel yapan şeyler sanırım. Bunun üzerine de ben biraz düşüneyim iyisi mi… Barışla, sevgiyle kalın!

İki Çocuk.

Okurken dinlemeniz için biraz müzik..

Evet basmıyordu yere ayaklarım aylardır. Sebebini anlatsam anlar mısınız bilmem, hatta ne kadar anlatsam yetmeyecek kelimelerim var hep onun için. Ancak dün olan bir şeyden söz edeceğim sizlere kelimelerim yettiğince…

Önce,

İki çocuk vardı eskiden, bu iki çocuk 12 yaşlarında tanıştılar birbirleri ile. Sonra sevgili oldular, hem de birbirlerinin ilk sevgilisi oldular. Ne yazık ki çok uzun sürmedi ilişkileri, henüz ortaokul çağlarında iki çocuktular neticede. Aradan 12 sene geçti. Bu kez 24’tü yaşları. Yeniden birbirlerinin karşısında durdular. Birbirlerine baktıklarında o iki çocuğu görüyorlardı bunca sene sonra tekrar karşılaşmalarına rağmen.  

İki çocuk, iki yetişkindi, dar ve deniz kokulu kentin kıyılarını dolaşmaya gittikleri gün ilkbaharın güzel günlerinden Cumartesi, aylardan Nisan’dı. Kıyı boyunca senelerce dost olan iki insan olarak yürüdüler arnavut taşlı yolda.  Kimi zaman önlerinden geçtikleri evlerin, pencerelerindeki insanlar eşlik ediyordu aşklarına, kimi zaman kafelerden gelen güzel şarkıların sözleri dahil oluyordu adımlarına. Bol sayıda kediden, buluttan ve sarmaşıktan oluşan bu renkli kent, duygu doluydu o gün. Tenha olmalarının aksine renkliydi sokaklar. Rüzgarda dağılan saçlara, güzel gülümsemeler eşlik ediyordu. Yakılan sigaralara, sohbetlerdeki heyecan dahildi. Sokakları teker teker dolaşıyorlar, her kediyle birer fotoğraf çekiliyor ve anılarına ekliyorlardı. Önlerinde durdukları kapılar ise bazen mavi bazen yeşildi, turuncu ve kırmızı da peşlerinden ayrılmıyor ilkbaharın her rengini taşıyordu bu kent onlarla beraber.Aralarında oluşan bağ öyle güçlüydü ki, kimi zaman renkler, kimi zaman rakamlar, kimi zaman şehirler, kimi zamanlarda ise doğa eşlik ediyordu aşklarına.Yürüdükleri zaman yollar eşlik ediyordu, doğadaki renkler maviyle yeşile bürünüyordu. Önlerinde fark etmeden fotoğraf çekildikleri evlerin numaraları aralarındaki özel sayıları sembolize ediyordu. Sokaklar dar ve deniz kokarken çok sevdikleri kediler peşlerine takılıyor zira kendilerini de bu aşka dahil etmek istiyorlardı.

Fotoğraf çekilmek için oturan kızın yanına geldi bu kez çocuk. Kalbi derinden çarpıyordu,  duydu kız sesini ve içine dolan mutlulukla öptü onu.  İşte ilk öpüşmeleri burada olmuştu. Dar sokaklardan birisi, bu kez denize çıkmıyor sokağın sonu, ahşap kapılı bir ev beş basamaklı, basamağın ise dördüncüsünde oturuyorlar, kapının numarası dört. Huzur doldu içleri, sarıldılar, ilk aşkları yeniden düştü gönüllerine. İkinci kez aşık oldular 12 yılın ardından birbirlerine.

DSCF4891 Okumaya devam et

Deniz Kabuklarım

Bilmiyorum nereden geldiklerini senelerdir bir kutuda bulunan deniz kabuklarının ve taşların. Keşfettiğimden beri bakıyorum uzun uzun onlara, acaba hangi denizin kıyısına vuran birer taştan ibaretlerdi daha önce kimsenin keşfetmediği.

IMG_20160528_140315.jpgHer biri özenle toplanmış aralarına da nazar boncukları atılmış sanki her biri anlamlı birer anı ve bozulması hiç istenmemiş gibi. Düşünüyorum üzerinden geçen her bir dalgayı ve  karıştıkları her bir kum tanesini,  yaşamın ne kadar küçük bir boyutunda olduğumuzu fark ediyorum bunu düşündükçe. Kendimi bir kabuk gibi görmeye başlıyorum tam şu sırada, üzerimizden dalgalar akıyor seneler boyu, her gün yeni anılar biriktirip yolumuza devam ediyoruz iyi kötü. Kimi zaman kıyıya vuruyoruz, güneş tenimizi yakıyor o sırada, kuruyoruz. Seneler geçiyor keşfedilmeyi bekliyoruz belki, birileri gelip toplamaya başlıyor ardından kimisi evinde dekorasyon yapmak için, kimisi hediye etmek için, bazen de saksı süslemek için.

 

 

Ben de gittiğim sahillerde bulduğum, özene bezene seçtiğim kabukları toplamaya başladım. İhtiyacım olduğunda işime yarayacaklarına emindim, işime yarayana kadar ise küçük bir fanusa koyup kitaplığımda beklemelerine izin verdim. Bu sırada gittiğim yerlerden toplamaya devam etmeyi de ihmal etmedim. Biriken kabuklar farklı kaplar içinde beklemeye devam ediyorlardı. Ben de arada tozlarını alıyor ve üzerlerine düşünmeye devam ediyordum. Bu sıralar her şey üzerine çok düşünüyorum zaten biraz da dalgınım galiba Gökhan hayatıma girdiğinden beri leylayım ehe 🙂

SAMSUNG

Kabukları yayıp baktım günlerce, yapabileceklerimi düşünmeye başladım, el emeği güzel bir hediye yapma kararı aldım, biraz da internetten araştırdım ayna süslemişler, çocuk odası duvarına baş harf süslemişler, olmadı bunlar bana uygun değildi hem üzerinden bir sürü dalga geçmiş şu güzelim taşları duvara asmaya da gönlüm el vermezdi zaten.  Biraz daha araştırma sonucunda deniz kabuklarından hayvanlar yapmışlar onu gördüm, fena değildi birbirine uyum sağlayan parçaları bir araya getirmeyi denedim.

SAMSUNG

Melek oldu mu ki ?

 

En iyi yapabildiğim bu olmuştu melek demiştim ama fil ve fareye benzetilince bu fikirden de vazgeçtim. Zaten hayvan yapabilecek kadar yetenekli görmemiştim kendimi ve parçalar da bu kadar uyumlu olmuyordu. En sonunda kabukların içlerine yazılar yazmaya başladım renkli kalemlerimi aldım ve özel olan her ana dair birer kelime koydum içlerine. Hem zaten her birisi birer anı değil miydi içlerine ben yazınca benim anılarım ve kabuklarım oluyorlardı, fikirden hoşlanmıştım büyük fanus bulup içine büyük kabukları atmaya başladım, yazdıkça yazasım geliyor bu da beni mutlu ediyordu. Kabukların ve tek kelimelerin yetmeyeceğini fark ettiğim an minare kabuklar üzerine delikler açmaya başladım, aralarına ufak kağıtlar yazıp sıkıştırıyordum. Bazı kabuklara ise büyük kağıtlar sığıyordu. Hiç unutmadığım tarihlerden tutun da en özel olan ve daha yazılmamış olan tarihlere kadar her şeyi not aldım. Fanus dolmaya başladıkça nazar boncuklarını ve biraz da renkli boncuk attım kabukların üzerine. Görüntü olarak da rengarenk kağıtların sıkıştırılmış olduğu kabuklar güzel gözükmeye başladı. Kimisinde şarkı sözleri, kimisinde şiirler yer alıyordu, bazı taşları ise daha sonra doldurması için boş bıraktım. İçine ufak düğmeler ve biraz da kurumuş papatya atınca her şey tamamlanmış oldu.

Her şey hazır artık Gökhan’a götüme zamanı! Her birini tek tek inceleyeceğinden emin olduğum için rahatça bakabileceği bir yer seçmeliydim. İkea konforu paha biçilemez oldu ehe!

SAMSUNGMutluluğunu ve utancını görmenizi isterdim çocuklar, herhalde ben de daha mutlu olamazdım bugün :)  Her birini tek tek inceledi boş olan kabukların bile detaylarına bakmaktan alamadı kendini. Çok tatlıydı ehe!

IMG-20160530-WA0034

Tabiki çok  gezenti küçük beyaz tavşansız olmazdı. Kabukların üzerinde pozumuzu verdik 🙂

IMG-20160530-WA0028

Gökhan’dan gelen 22.55 fotoğrafı 🙂  Artık ait oldukları yerde deniz kabuklarım. 

 

12

Bir çocuk tanıdım yakın zamanda, yüzü çok tanıdık bir kız çocuğu ama hiç gülmüyor, yıllarca mutsuzlukla güdülenmiş bu çocuk. Hayat her şeyini almış  sanki küçücük yaşında, kitlemiş kendini bir yere ve senelerce kalmış orada hiç çıkmamış yuvasından. Bir kaç kere hayata yeniden tutunmak için çıkmayı denemiş yerinden, hala yeteri kadar büyümediğini söylemişler, geri dönmek zorunda kalmış yuvasına göz yaşları içinde. Her seferinde biraz daha kırılmış, her düşüşü dizlerini daha çok acıtan yaralara dönüşmüş, en son hiç çıkmamaya karar kılmış, şansını bile denemeyecek kadar yorulmuş mutsuzluklarından. İnsanlardan korkar olmuş, büyümediğini söyleyen herkesten kaçmış hep. Çünkü hiç büyümek istemiyormuş, büyüyüp ne yapsınmış hem ? çok mu güzelmiş büyüklerin hayatı. Yalnızca işlerine odaklanan hayatı yaşamayı çocuk kalmayı bilmeyen insanlardan bıkmış. Ona göre hayat çok kısaymış hem ne gerek varmış hayatı yaşamadan ölmeye ? Bu yüzden işte hep çocuk kalsın istemiş.

Aradan yıllar geçmiş , çok uzun yıllar on iki yıl bir çocuğun çocukluğunu tamamen kaybetmesi için yeterli bir süreymiş. On iki sene sonunda büyümüş çocuk, direnememiş yaşama büyümeden daha fazla. Büyüyüp hayata atılma vakti gelmiş, hep kızdığı insanlara dönüşmüş en sonunda. Hayattan keyif almaz, konuşmaz olmuş. Çocukluğun tüm saf duyguları silinmiş içinden. Artık kendisi bile bilmiyormuş  nerede ne yaptığını. Birden birisi gelmiş hayatına, aniden o küçükken kanayan dizlerindeki yaraların geçtiğini fark etmiş, içinde yok olduğunu düşündüğü küçük kız bir yerlerde saklanmış o an farkına varmış durumun. Aslında hep içinde  tek bir umut için beklemiş o kız çocuğu, öyle ki büyüyünce görememiş kendisi bile bilmiyormuş orada olduğunu. Yaraları sarılmış teker teker, yaşlı gözlerine dokunan parmaklar öyle zarifmiş ki, kız alıkoyamamış kendini onlara bakmaktan, içinde senelerce saklanmış çocuk geri gelmiş aniden! Gri hayatı ise gök kuşağına dönüşmüş, küçük kız çocuğu gök kuşağının üzerinden kaymış yeryüzüne, kaybettiği tüm duyguları içine doluvermiş yeniden. Tekrar çocuk yaşına dönmüş ve hala yeterince büyük değilsin dememişler ona bu sefer. Mutluymuş kız çocuğu, temkinliymiş bu sefer biraz da korkuyormuş yeniden yok olmaktan, ama mutluluk öyle parlakmış ki bakmaktan kendini alamıyormuş. İçinde çiçekler açıyormuş mutluluktan, nereden gelmiş bu mutluluk birden, kim öpmüştü onu kanayan dizlerinden ? yoksa gökyüzünden onun için mi gelmişti sadece bu dünyaya ?

Oturmuş kız çocuğu bunları düşünürken bir şey keşfetmiş; çocukken içinde saklı kalan çocuk yalnızca kendisi değilmiş, on iki yıl önce tıpkı onun gibi oynayan bir çocuk daha varmış yanında. O an anlamış; aslında bu onun masalı değilmiş, içinde saklı kalan o çocuğun masalıymış…

 

 

 

Hep Zamansız

Yanlış zamana ait olduğunuzu düşündünüz mü hiç ? hayata geç kaldığınızı, hatta olaylara, insanlara, ait olamadığınız bu dünyaya geç kaldığınızı düşündünüz mü ?

Ben, yanlış zamanda doğduğumu düşünüyorum, mesela 60’larda, 20’li yaşlarımda olsaydım belki barış peşinde koşan, çadırda hatta belki sokakta kalan, meteliksiz ama mutlu yaşayan bir kadın olurdum. Mesela Rock ve Metal  müziğin yeni keşfedilmiş olduğu, müziğe her gün biraz daha yeniliğin geldiği, döneme ait olsaydım ? hatta belki kafam iyiyken şarkı söylediğim için keşfedildiğim, 2000’li yıllarda gençlerin sıkça adımdan söz ettiği, grubun her şarkısına hayranlık beslediği birisi olurdum…  Ya da belki orta çağda kabarık elbiseli, saçları bukleli, elma sepeti taşırken gördüğü bir marangoz çırağına aşık olan uzaktan uzağa aşk yaşayan 17’sinde evlilik hayalleri kuran bir kadın olsaydım ?

Aslında çoğu zaman hayatta hiç bir şeyin tesadüf olmadığı ve her şeyin doğru zamanda karşımıza çıktığını düşünen bir insanım. Ancak bugün zamansızlık hissini oldukça çok yaşadım. Yalnızca yıllar öncesine gitmek değil aslında kastettiğim şey. Mesela üniversiteyi de zamansız bitirdim. 5 sene yetmedi, belki daha çok yaşayacağım şey olduğunu düşünmemden, belki öğrenciliğe ve yaşadığım anılarıma doyamadığımdan, belki de geç kalmış tanışıklıklarımdan bilemiyorum. Yoksa yaşlandığımı mı hissetmeye başladım? Hatta en verimli anne olma yaşımı da geçtim! belki sokaklarda gece yarısı koşarak kahkaha atan kız olamayacağım yeniden, yoksa tüm bu zamansızlık hissim bunlardan mı kaynaklı dersiniz?   Yaşanacak çok şey var hala biliyorum, ama zamansızlığımı silemiyorum kafamdan. Belki doğa gerçekten gerektiği zamanda karşımıza çıkartıyordur tüm insanları ve olayları, yalnızca ben, henüz fark edemiyorumdur?

Size de oluyor mu bu geç kalmışlık hissi? Şimdi ben mezun olmuş, evde oturup iş arayan, sonra da evlenmeyi düşünen insanlardan olmak istemiyorum mesela. Daha çok erken değil miydi hem mezun olmak için, evlenmek için? Arkadaşlarım, hatta benden oldukça küçük yaştaki  insanlar evleniyor, çocuk yapıyor ya hayret ediyorum onlara da!  Nasıl güveniyorsunuz kendinize diyorum hatta karşınızdakine nasıl güveniyorsunuz?  Hem çok erken değil mi daha? bilmem yaşayacak çok şeyiniz yok mu sizin? benim var daha bir sürü hemde! ondan belki bilemiyorum ama şaşırıyorum. Ya onlar her şeyi yolunda götürüp hayatı birlikte ilerletebilecek kadar güveniyorlar kendilerine, ya da ben hiç bir şeyi yolunda götüremiyorum, zamanında yapamıyorum… Belki de zamansız oluşumdandır benim? herkes doğru zamanda, doğru şeyi yapıyordur ben zamanı tutturamıyorumdur, belki değil hatta öyle gibi. Yine de bildiğim bir şey var;

‘Zamanın önüne geçemiyoruz asla ve suratımıza çarpıyor zaman, hep zamansız!’

Mutsuz mutluluklar.

Bakıyorum da şu sıralar herkesi bir mutsuzluk kaplamış. Etrafımdaki herkes sanki günden güne eriyor. Bir yanda mutsuz evlilikler ilerletme çabasında çiftler, diğer yanda iş, hayat  aşk, evlilik kaygısı içinde kaybolup gidenler, depresyon, uykusuzluk temalı kronik baş ağrılı genç insanlar ve diğer yandan evlatları için hatta güzide ülkemin durumu için üzülen ebevynler… Ama her biri tam anlamıyla mutsuz!
Nereye kadar mutsuz kalmaya devam edeceğiz? Yoksa bu hayat gerçekten mutluluğun olmadığı bir yer de biz sürekli boş bir mutlu olma çabasına mı giriyoruz?

Sürekli bir anlam ve kavram kargaşası içindeyim şu günlerde, hele de etrafımda böyle insanları gördükçe. Bir yandan derinden üzülüyorum, bir yandan sorguluyorum neyi arıyoruz veya neyi bekliyoruz mutlu olmak için?
Ya biz bu hayata bir kere gelmedik mi arkadaş? Ne bu stres içinde var olma çabamız durmadan? Tamam çocukken bilmiyorduk hayatı ve getirilerini kaygımız yoktu mutluyduk. Her şey büyüyünce mi oldu üstümüze kara bulutlar çöktü resmen! Teknoloji çağı  elimizin altına her şeyi getirdi diye mi böyle mutsuz insanlar olduk yoksa? Eskiden mutluymuş sanki insanlar…
Hissizleştik resmen. Kimseyi sevmez özlemez olduk, merak etmez, aramaz olduk. Bakıyorum; zamanında bir çok şeyi paylaştığım insanları yolda görünce kafasını çevirir halde buluyorum. Konuşacak bir şeyimiz olmadığından değil halbuki, aksine birikmiş çok şey de vardır eminim. Ya anlatacak gücü kendimizde bulamıyoruz, ya da gerçekten fazlasıyla ıssız insanlara dönüştük, kimsenin dertleriyle tasalarıyla ilgilenmiyoruz.
Herkes birbirini sosyal medya üzerinden takip ediyor ve böylece herkes birbirini mutlu sanıyor. Çünkü kimse kötü olduğu bir anı göstermek istemez değil mi?  Biz de arayıp sormadıkça iyi sanıyoruz herkesi! Ne sağlığını biliyoruz, ne derdini tasasını. Tabi ya görüyoruz işte yaşıyor, yaşıyor ki feyse giriyor daha ne olsun?  Sohbet etmemize gerek yok, halini hatrını bilmemize gerek yok, yaşıyor ya işte ‘nasılını’ bilmemize gerek yok!

Bugün liseyi okuduğum okula gittim. Kıymetli hocalarımdan birisi yeni gelen nesilin berbat olduğundan söz etti. Hiç bir şeyle ilgileri yok bırak ders dinletmeyi konuşup sohbet etmeye bile  halleri yok dedi. Yazık! Gencecik çocuklar bile bu hale geldi. Sömürülen, savaşmaya ve kaybetmeye, körelmeye, her gün biraz daha yalnızlığa itilen bir toplum olduk. Boş yaşayan ve sürekli hayatla mücadele eden insanlara dönüştük. Yazık!

Unutmamamız gereken tek şey bu hayatı bir kere yaşayacak oluşumuz. Mutlu veya mutsuz yaşamak bizim elimizde. Sevgi göstermek, kıymet vermek, dostları hatırlamak, önemsemek, özlemek, bizim elimizde. Küçük şeyleri büyük mutluluklara çevirmek, yaptığımız her şeyi keyifli hale getirmek bizim elimizde. Mutluluğu aramak değil de onu var etmek bizim elimizde.

Mutlu kalın çünkü tek bir hayatınız var!

Derinlik Takıntısı

Üniversitedeyken üzerine kısa bir inceleme yaptığım Patrick Suskind’in, Üç Buçuk Öykü adlı eserinde bulunan ‘Ressam’ hikayesinden söz edeceğim sizlere. Ancak öncelikle şu kısacık öyküyü bir okumanız gerekli,

İşte şuradan ;

9789755108902.4_preview.pdf erişimi için tıklayın

Okuduysanız şimdi biraz derinlik takıntısının ne olduğundan söz edebiliriz.

Derinlik takıntısı, ressam olan bir kadının açtığı ilk sergiye yapılan bir eleştiri tarafından oluşmuş bir terim olarak karşımıza çıkıyor ilk defa. Bu kısa öyküde kadın ressamın yapılan eleştiri üzerine hayatının yönünü değiştirmesi, kendisinde bulamadığı derinlik ve bunun üzerine oluşturduğu takıntı yüzünden intihar etmesine yol açması söz konusu.

Kadın ressam, yapılan eleştiri üzerine kendisini boşluğa sürüklemekte, hayatında bulamadığı derinliği eserlerine de yansıtamadığı için bu boşluğa düşmektedir. Peki nedir bu derinlik takıntısı ve neden buna göre hayatına yön verme çabası?

Derinlik takıntısı, aslında ressamın hayatındaki boşluğu simgelemektedir. Yapılan bu eleştiri üzerine konuştuğu herkesin de bu derinlik kavramını biliyormuş gibi söz etmesi onu asıl intihara sürükleyen olgu. Bu kavram aslında bu kadar somut bir kavram değil. Bunu şu örnekte görebiliriz :

‘…Bir defasında bir kitapçıya gitti ve satıcıdan dükkandaki ‘en derin kitabı istedi.’  Wittgenstein adında birinin yapıtını aldı. Fakat bu bir işe yaramadı.’ 

Ressamın hayatını bu kitap da değiştiremedi, çünkü bu derinlik algısı bu kadar nesnel bir kavram değildi. İnsanın içinde yarattığı derinlik aslında bu somutluğa ulaşmıyordu ve onu boşluğa sürüklüyordu adeta. Eleştirmenin yaptığı eleştiri ile ressamın derinlik algısı aslında çok farklı olgulardır.  Çünkü derinlik algısı veya herhangi bir algı kişinin yaşadıklarından, tecrübelerinden, duygularından elde ettikleri iken, buna göre bakılan bir manzarada herkesin aynı kareyi görmesini beklemek büyük bir haksızlık olmaz mıydı sizce de ?

Aslında biz bunu sanatın her alanında görmüyor muyuz günlük hayatımızda da ? Örneğin, müzik ile bütünleşmiş insanları sırf onların derinliklerini algılayamadığımız için ötelediğimiz olmuyor mu mesela ?  Ben, her müzisyenin veya şairin anlaşılma çabası güttüklerini düşünmüyorum ama kesinlikle algımızın dışında oldukları için onları ötelediğimizi düşünüyorum. Sanata ve müziğe çoğunlukla saygı gösteremiyoruz bu yüzden. Çünkü hep insanın derininde anlaşılma ve anlama çabası olduğunu düşünüyoruz, eğer bir şeyi anlamıyorsak veya bizim algılarımıza ters düşüyorsa, çözümleyemiyorsak, olduğu gibi de  kabullenemiyoruz ne yazık ki!  İnsan ırkı olarak bir şeyleri olduğu gibi kabullenmeyi öğrenmeliyiz sanırım.

Son olarak eleştirmenin sözlerine bakalım ;

…kendini gerçekleştirme gücünü kendinde bulamayış…’ ve ‘kendi özüne karşı ayaklanma’. Olarak nitelendirmektedir. Eleştirmene göre gerçekleşen intiharın sebebi de aslında ressamın güçsüzlüğü, özgüven eksikliği ve yapılan tek bir eleştiriye hayatını mal etmesindeki acınası hal olmaktadır.

Aslında bu soyut bir kavram olan derinlik olgusunu, somutlaştırma isteği ve gerçeklik arayışı ressamı kendi özüyle sınıyordu. Tablolarına yansıtamadığı derinliği ve bununla birlikte hayatına da yerleştiremediği bu soyut kavram, ressamın kendi gerçeklik olgusunu aşamamasından kaynaklıydı.

“Bir Metafor Olarak Hastalık” kitabında Susan Sontag’ın bahsettiği “Gerçek değil, metafor öldürür.”  Sözü de bu öyküde ressamı sona yaklaştıran ve bu öykünün de konusunu oluşturan ana temayı özetler değil mi ?